28 Şubat 2009 Cumartesi

Veda.....

Yaşlanmıştı. Yılların yorgunluğu her yanından dökülüyor, ayakta zor durabiliyordu. Yine de elinden geldiğince dayanıyordu. Rüzgâr çarmıhlarında, direklerinde uğuldarken dimdik ayakta durmasını başarıyordu. Ama bedeni… İçten içe çürümüş, geçici, günlük müdahalelerle yaraları kapatılmaya çalışılmış ama bir işe yaramamıştı.
Günün birinde, üstelik günlük güneşlik bir havada daha fazla direnemedi ve yıpranmış gövdesini sulara teslim etti. Dostları, arkadaşları, yörenin insanları bu hazin sona ruhlarının derinlerinde çok üzüldüler. “O, doğduğu, dolaştığı denizleri iyi tanırdı. Bedenindeki hastalıklar zamanında tedavi edilseydi daha uzun yıllar bizimle olurdu” diyorlardı.
Can yoldaşı, sahibi de umudunu kesmiş, kaderine terk etmişti. Artık mavi enginlerden uzak kalacak, beton üzerinde orasına burasına balyozlarla çakılan koltuk değnekleri üzerinde yazın kızgın güneşi, kışın dondurucu soğuk rüzgarları, yağmurları altında çürüyüp yok olmasını, lime lime, parça parça dağılmasını bekleyecekti.Eski, mutlu, şen şakrak, gencecik kuğu günlerini yâd ederek ölümün kara örtüsünü, bedeninin parçalarının harlı bir soba ve fırında kül olmasını bekliyordu. Üç nesille birlikte uzun sayılacak bir ömür geçirmişti.
Günün birinde birileri ortaya atılıp, sonunu beklediği beton ölüm döşeğinden kaldırıp tedavi etmeye götürdüler. Çürüyen, kırılan gövdesini onardılar. Üstünü, başını zamana direncini arttırması için teknolojinin son ürünleri ile kapladılar. Eski günlerini aratmayacak kadar taptaze ve bütün albenisi ile yeniden ortaya çıktı. Yakın zamanda da yine denize kavuşacak. Yeni sahibine gurur vereceği, denizlerde süzüleceği günleri bekliyor.
Dört denizci, küçük havuzlukta, şakalaşır, günü bitirmeden son yudumlarını yuvarlarken birkaç dakika önce ondan bahsetmişler, kaderin hoş cilvesine kadeh kaldırmışlar, denizde geçirdiği günlerini anmışlardı. Son sahibinin vefasızlığına üzülüyorlardı.
İskelenin ucuna doğru dal gibi zarif ve narin, saçları omuzlarına dökülmüş, uzun paltolu, kaşkollü, eldivenleri ile birkaç kitap taşıyan genç kız sağına soluna bakarak ilerledi. Dört kafadarın bulunduğu tekneye kadar geldi. Ürkek, çekingen “ Neptün nerede, biliyor musunuz?” diye sordu. Havuzlukta oturanlar birkaç saniye sessiz kaldılar. Biri “En son fuardaydı” dedi şaka yollu. Genç kızın yüzünden bir bulut geçti. “Biliyorum. Denize inmedi mi daha? Diye alel usul bir cevap verdi ve ekledi “Ben eski sahibinin kızıyım. Denizde görürüm diye gelmiştim”
Bu gencecik kızın nispeten kısa ömrünün çok büyük bölümünde babasının teknesi derin izler bırakmıştır. Kim bilir görmek için bir umutla geldiği o gün hangi anılarına “flash back”ler yaşamıştı. Mutlu, uçarı, gamsız günler, babasının gençliği, sıkıntılı, huzursuz ve uğursuz günler, ayrılığın acısı…..
Tekneyi bulabilse belki güvertesine çıkacak küpeştelerini, direklerini okşayacak, belki iskeleden uzun uzun seyredecek ve son bir kere veda edecekti eski aile yadigârına. İçim cız etti. Boğazıma bir yumruk gelip oturdu. İki damla gözyaşımı çaktırmadan sildim. Hava kararmaya yüz tutarken dört denizci dağıldılar.
28 Şubat 2009-Kalamış

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder